Ana Menü
   ANA SAYFA

   İLETİŞİM

   SİTEDE ARA

   SİTEYİ ÖNER

   BASIN BÜROSU

   ŞEHİTLER ALBUMÜ
Bir Ayet - Bir Hadis
Bir Ayet:
Allah erkek münafiklara da kadin münafiklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacaklari cehennem atesini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmistir! Onlar için devamli bir azap vardir. Tevbe/68

Bir Hadis:
İman bakımından mü'minlerin en mükemmeli ahlakça en güzel olanlar ve ailesine en güzel davrananlardır. (Tirmizi)
En Son Eklenenler
Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

Cemaati Rehberi M...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

HİZBULLAH REHBERİ...

Hizbullah Rehberi...

Hizbullah Cemaati...

Hizbullah Cemaati...

ŞEHADETİNİN 23. Y...

HİZBULLAH CEMAATİ...

HİZBULLAH CEMAATİ...

HİZBULLAH CEMAATİ...

MUHTEREM EDİP GÜM...

ŞEHADETİNİN 22. Y...

Hizbullah Cemaati...

MUHTEREM EDİP GÜM...

MUHTEREM EDİP GÜM...

ŞEHADETİNİN 21. Y...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH BASIN B...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

YENİ ZELANDA’DAKİ...

ŞEHADETİNİN 19. Y...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH REHBERİ...

HİZBULLAH BASIN B...

KORKU RÜZGÂRLARI / ABDULLAH ŞAFAK

İki jandarmanın müdür odasına girdiğini görünce ciddi ciddi irkilmiştim. Buz gibi kesilmeler ve panik halini yaşama benim gibi pek çok insanın tabii davranışı olmuştu. Hiç kimse yarınından emin değildi. Gözümüze görünen her jandarma canımızı alacak Azrail’e dönüşmüştü. Onlar, işyerlerimize ve evlerimize boşuna gelmezdi. Geldiklerinde sırası gelenleri götürürlerdi. Gidenlerin çoğunun boynuna ağır ceza kemendi geçirilirdi. Jandarmayı gören herkes; “Acaba sıra bende mi?” sorularının korkunç gölgesinde ruh hastalığına tutulurdu.

Ders başlamış, öğrencilerimle konu hakkında konuşurken kapı çalındı. Kapı sesi, içimdeki kuşkuların acı bir işkenceye dönmesi için yeterli olmuştu. Kapıda beliren nöbetçi, müdür tarafından çağırıldığımı söyleyip gitti. Bu söz, korkuyu aynı anda bedenimin bütün hücrelerimde hissetmeme neden olmuştu. Ruhumda kabaran korku dalgalarını öğrencilerime hissettirmek istemiyordum. Ancak bu konuda tamamen başarılı olduğuma da kani değildim.

Müdürün odasına vardığımda serpilerek oturmuş, kibirli bir o kadar da soğuk iki çehre tarafından hafifçe süzülmem dikkatimi iyice celbetmişti. Daha fazla ürkmeye başlamıştım. Bu arada yeni rejime kulluğu en güzel şekilde icra eden, kraldan daha çok kralcı müdürümüzün benzinin uçtuğunu, yüzünün sapsarı kesildiğini fark ettim.

— İrfan Bey! Misafirlerimizin seninle işleri var! dedi. Askerlere dönüp;

— Hoş geldiniz efendim! deyince, onlardan biri:

— İrfan Yağmur sen misin?

—Evet efendim! dedim.

—Yarın saat 10’da vilayette mahkemen var! Ellerini kelepçeleyip beraberimizde götürecektik, ancak müdür beyin kefaleti üzerine götürmekten vazgeçtik. Yarın mutlaka mahkemede olmalısın!

“Giderim efendim” kelimelerini zor bela ağzımda yuvarlayabilmiştim.

Sınıfa döndüğümde bedenimi sarmalayan korkunun ağır yükü altında dizlerimin takatsiz kaldığını fark ettim. İstiklal Mahkemesi, ölüm makinesiydi. Suçlu suçsuz, oraya gidenlerin sağ salim çıktığına çok ender rastlanırdı. Orası adalet merkezi değil, halkı zindan ya da idamla yeni rejime kul etme merkeziydi.

Tam dokuz yıl önceydi. Şehrin sevilen, dindar esnafından olan babam iki asker tarafından dükkânından alınıp vilayetteki İstiklal mahkemesine götürülmüş, aynı gün idam haberini almıştık. Zavallının ne rejime karşı kıyam edenlerle irtibatı vardı, ne kimseyle problemi. İdarecilerin acımasızlığından korunmak için sessizlik elbisesine bürünmüş, şapka devrimiyle içten içe beslediği yoğun nefrete rağmen şehrin diğer sakinleri gibi hiçbir itirazda bulunma cüretinde bulunmadan başına şapkayı geçirmişti. Onun beklenmedik idamıyla ailenin büyüğü olma hasebiyle bütün yükü sırtlamak zorunda kalmıştım. Öfkemizi içimize gömüp, zalimleri Allah’a havale ederek hayatımı kardeşlerimi yetiştirmeye adamıştım. Genç sayılacak yaşta başına bu belalar gelen annem bütün günleri ağlamakla geçerdi.

Aynı akıbeti yaşayacağım korkusuyla ne yapacağımı bilemiyordum. İçine düştüğüm durumu hiç kimseye çaktırmama uğraşısına rağmen öğrencilerim bir şeylerin tersine gittiğini anlamışlardı. Bütün topluma hakim olan korku, çocukların da ağzını kilitlemişti.

Ders bitmiş, evin yolunu tutmuştum. Büyük bir suç işlemiş günahkârların ağır psikolojisiyle bütün bedenim kuşanmış, uğraşılarıma rağmen kendimi toparlamakta epey zorlanmıştım.

Etrafımızda cereyan eden olaylar, yargısız infazlar ve keyfi idamlar dört tarafımızda korku rüzgârlarının esmesine yol açmıştı. Ölümün takdir olduğunu, zamanımız tamamlanınca ölümümüzün geleceğine bütün kalbimle inanıyordum. Ancak, bilinçli bir şekilde oluşturulan korku ortamından insan olarak etkilenmemek mümkün değildi. İstiklal mahkemesi ve ondan sonrası korkunun en koyusunun ve en acımasızının adıydı. “Ne olacaksa olsun!” deyip korkuları çiğneme çabalarım istediğim sonucu veremiyordu.

Evin kapısından içeri girince her zamanki gibi güler yüzle selam verdim. Yanan yüreğinden yükselen öfke yüzünde haritalara dönüşen annem, yapmacık gülmemin arkasında bir şeylerin saklı olduğunu bir bakışta anlamıştı:

— Oğlum neyin var? diye sorunca;

— Önemli bir şeyim yok! Biraz başım ağrıyor, dedim. Çocuklarının içlerini gözlerinden rahatlıkla okuyabilen annem, cevabımdan mutmain olmamıştı. Ancak beni daha fazla sıkıştırmak istemiyordu.

Yaşadığım psikoloji, hep beraber yediğimiz mutlu soframızda bir önceki günkü neşemizi yakalamamızı engellemişti. Sıkıntılı halim eşimin ve kardeşlerimin gözlerinden kaçmamıştı. Annem ciddi ciddi endişelenmeye başlamıştı. Onun köz olmuş yüreğini daha fazla yakmamak için hiçbir şey söylemek istemiyordum.

Yemekten sonra odama çekildiğimde eşim içeri girip;

— Bugün neyin var? Bunca sıkıntının sebebi nedir? diye sorunca;

Okula gelen askerler tarafından vilayetteki İstiklal mahkemesine çağrıldığımı söyledim. Şok olmuş, buz gibi kesilmişti. Anneme hiçbir şeyi hissettirmemesi için ciddi ciddi tembihledim.

Yatmaya çalıştığım halde uykuyu yakalayamıyordum. Derin düşünceler zihnimi olanca gücüyle işgal etmişti. Yaşantımı incelediğimde, hayat coğrafyamda onların suç diyeceği hiçbir şeye rastlamamıştım. Babamın idamından sonra hayatı zehre dönüşen zavallı annemin, babasız büyüyen bacı ve erkek kardeşlerimin, henüz iki yaşına yeni basmış oğlumun ve gencecik eşimin bensiz bir dünyada çekecekleri sıkıntılar beni daha çok yaralıyordu. Mezbahanede bıçağa başını uzatan koyunlar gibi ölüm saçan İstiklal mahkemesine gitmenin dışında bir alternatifim yoktu. Dağlara kaçsam, kardeşlerime zulmeder, bana ulaşınca derhal infaz ederlerdi. Gitmezsem, mahkemeden kaçma ölüm sebebi sayılacaktı. Oysa gitme durumunda az da olsa kurtulma ihtimali vardı.

İlerleyen saatlerde eşimin moralce çöküşünü fark eden annemin rahatsızlığı iyiden iyiye artmıştı. Yanıma gelip:

— Oğlum! Allah için, Peygamber için, babanın hatırı için neler olduğunu söyler misin?

Bu ısrarlar karşısında direnmenin çare olmadığını düşünerek teslim bayrağı çekmek zorunda kaldım. Gelişmeleri olduğu gibi anlattığımda gözleri yaşla dolmuştu. Allah’ın zalimleri durdurması için içten içe dua etmeye başladı. Gözyaşlarını silmeye çalışırken;

— Evladım, seni ilk gördüğümde böyle bir şeyin olduğunu anlamıştım. Bu kâfirlerde ne merhamet var, ne Allah korkusu. Allah belalarını versin! Allah’ın dışında kimse bunları durduramaz! dedi.

Ağlamaklı sesle sarf ettiği bu sözler evin elektriklenmesine yol açmıştı. Bacılarım ve eşim bir kenarda oturmuş hüngür hüngür ağlıyorlardı. Benim de boğazım dolmuş, onlara müdahale edememiştim. Ortam biraz sakinleşince;

— Anneciğim! Bana dua et! Bizler Allah’a sığıyor ve O’na güveniyoruz, dedim.

— Gece gündüz dua ediyorum evladım. Zaten benim gibi zavallının elinden başka ne gelir ki? dedi.

Sabahın erken saatlerinde kalkıp tıraş olmuş, yeni rejimin örnek insan tipine uymak için kravat bağlamış, şapkayı başıma geçirmiş, ilk ışıklarla birlikte bütün hazırlıklarımı bitirmiştim. Kimseyi rahatsız etmemek için kapıya doğru sessizce yürüyordum. Aileden sadece eşim uyanık olup beni kapıya kadar yolcu ederken annemin bir kenarda beklediğini fark ettim.

— Anne, burada ne yapıyorsun? Lütfen içeri git ve uyu! deyince,

— Oğlum nasıl yatabilirim! Gözüme uyku mu girer! Bütün gece uyuyamadım. Beni de beraberinde götür, dedi.

Annemi caydırmak için bütün maharetlerimi kullanarak yürüttüğüm çabalardan hiçbir sonuç çıkmamıştı. Birlikte evden çıkıp şehirden vilayete giden tek kamyonun kalkacağı durağa gittik. 20 dakika sonra kamyon duraktaydı. İte kalka kamyonun üzerinde bir yer bulup oturduğumuzda kedimizi şanslı hissetmiştik.

Şose yolda tozu dumana katıp ilerleyen kamyon vilayete yaklaştıkça heyecanım gittikçe kabarıyordu. Vilayetin ilk evlerine ulaştığımızda hayatımda en çok nefret ettiğim ve hiçbir zaman görmek istemediğim lanetli şehre girmek zorunda oluşumun sıkıntısını yaşamaya başladım. Bu şehirden nefretimin ciddi sebepleri vardı. Henüz gencecik yaşa ayak basarken babamın bu koca şehirde ipe çekilmesi hayatımı acılarla doldurmuştu. Oysa bugün babam gibi aynı şehirde yargılanacak, bekli de aynı darağacına asılacaktım.

Kamyondan inip yarım saatlik yürüyüşten sonra ölüm kuşanmış mahkeme binasının önüne varmıştık. Mahkemeyi görür görmez üzerime baştan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Annemin gözlerinde kaynağı kurumaya yüz tutmuş gözyaşlarının hızla boşaldığını fark ettim. Ancak o, ağladığını hissettirmemeye çalışıyordu.

Bu bina babamın ve babam gibi birçok insanın ölüm fermanının imzalandığı ölüm eviydi. Binanın her taşından idama gönderilen insanların ölümünün ağır kokuları yükseliyordu.

Binanın kapısı henüz açılmadığı halde korku ve öfkeleri yüzlerinde şekillenmiş çok sayıda insan korkunç yargılanma için beklemeye başlamıştı. Fazla zaman geçmeden ölüm merkezinin kapıları açıldı. Sanıklar, isimleri okunarak içeri alınıyorlardı. Bu arada korku, panik, heyecan ve ağlamalar bekleyenleri tamamıyla sarmıştı. Yargılanma için çağrılanlar hariç, hiç kimseyi mahkeme binasına yaklaştırmıyorlardı.

Heyecan ve korkunun karış karış dolaştığı bedenimde sıkıntı ve yorgunluk hissi rahatsızlığımı arttırıyordu. Yargılananların çokluğundan adımı bir türlü okumuyorlardı. Nihayetinde üç dört saatlik beklemeden sonra adım okununca içeri alındım. Titrememek, korku ve heyecanımı his ettirmemek için dişlerimi sıkıyor, kendimi kontrole çalışıyordum.

Mahkeme salonu, fazla da büyük değildi. Yüksekçe yerde oturan üç adamın yüzü, Mısır Firavunlarının ceberut yargıçları gibi haşin ve buz gibiydi. Babamın ölümünün bu salonda ve bu adamlar tarafından imzalandığı düşüncesi beni tamamıyla kuşatmıştı. Oysa bu aşamada bu tür düşüncelerden sıyrılmamın gerekliliğine inanıyor, kendime hakim olmak için daha fazla çaba harcıyordum.

Görevli beni sanık sandalyesine götürünce ayakta durmamı istedi. Yargıçlardan ortadaki şahıs kafasını kaldırıp sorgulamaya başladı;

— Adın ne?

— İrfan Yağmur efendim!

— Ne iş yapıyorsun!

— Muallimim efendim!

— Baban ne iş yapar!

— Babam vefat etmiş!

— Vefat etmiş deme! İrticacı olduğu için idam edildi değil mi?

— Evet efendim!

Onlara itiraz anlamına gelecek herhangi bir cevabı vermemek için çabalıyordum. Küçük bir hata ipe gitmeme yol açabilirdi. Yargıç devamla;

— Senin de irticacı olduğunu ve bu yönde faaliyetler yürüttüğünü biliyoruz. Kimlerle irtibatın var, ne tür faaliyetler yürütüyorsun? Hepsini doğru cevaplandırırsan senin menfaatine olacak. Aksi takdirde sonun çok kötü olur.

— Efendim, ben irticacı değilim! Hiç kimse ile irtibatım yok. Muallimlik yaptığım okulun müdürü ve muallimleri her şeyime şahittirler. Devletime bağlı bir insanım.

— Namaz kılar mısın?

— Hayır efendim kılmam!

— Senin Arapça dualar okuduğun söyleniyor, buna ne diyeceksin?

— Ben Arapça dua okumadım, bunun aslı yoktur efendim…

Oysa ailece hepimiz namaz kılarız. Babamızın idamından sonra pek çok aile gibi içine kapanmış, evin içindekini dışarı hissettirmiyorduk. Üstelik rejimin yeni dini gereği Türkçe okunması geren sureleri Arapça okuyorduk. Bütün bunlar suç olduğundan ikrar etme durumunda idama gideceğimi biliyordum. Hayatında yalana yer vermeyen babam, verdiği doğru cevaplardan dolayı ipe gitmişti. Doğruyu söylemem durumunda aynı akıbete uğrayacağıma adım gibi emindim.

Adamın soruları, hakkımda bir şey bilmediklerini gösteriyordu. Bu durum beni biraz rahatlatmıştı. Ancak beni bir şeylerle suçlamak için yoğun bir çaba harcadığını da fark etmiştim. Yanındakilerle bir şeyler konuştuktan sonra yeniden beni sorgulamaya devam etti.

— Kürt müsün?

— Hayır efendim, Türk’üm!

Bu soru büyük bir tuzağı barındırıyordu. Şehrimizde asla Türk yoktu. Bunu yargıçlar da biliyordu. Ancak yeni rejim, tek bayrak, tek vatan ve tek dil gibi tek milletin dışında hiçbir milletin varlığını tanımıyordu. Herkes kendini Türk kabul etmek zorundaydı. Kürt demek, darağacında sallanmaktı. Can korkusu bu dersi hepimize kavratmıştı. Yargıç biraz daha sinirlenip sesini yükselterek sorgulamaya devam etti;

— Sağda solda Kürtçe konuştuğun ve bölücülük propagandası yaptığın söyleniyor. Bunun cezasının idam olduğunu bilmiyor musun?

— Efendim, ben asla böyle şeyler yapmadım, yapmam da! Böyle yapan birilerini görürsem önce ben engel olurum!

Bu arada önünde daktilo bulunan kâtip ifadelerimi yazıyordu. Sorgucular kısa bir süre aralarında fısıltı şeklinde konuştular. Beni sorgulayan adam sessizliği bozup;

— Sanık İrfan Yağmur! Dinci bir aileye mensup olmasından ve irticai faaliyetlerinden dolayı 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır…

Suç teşkil edecek hiçbir şeyim olmadığından eve gönderilmeyi beklerken 10 yıl ağır zindan cezasına şok olmuştum. Kendimi tutamadan söze karıştım:

— Efendim, benim hiçbir suçum yok ki…

Yargıç;

— İtiraz edersen, cezan ikiye katlanır. Suçunun olup olmadığını biz biliriz. Zaten ciddi bir suçun olsaydı 10 yılla kurtulmaz, baban gibi ipe giderdin. Askerler sanığı zindana nakledin! dedi.

Ellerime kelepçeleri geçiren iki asker kollarıma girip mahkeme binasındaki diğer bir odaya götürdüler. Odanın içerisinde benim gibi hapisle veya idamla cezalandırılan birkaç kişi duvara yaslanmış, bazıları ağlarken, bazıları da sessizce bekliyorlardı. Yaşadıklarımdan dolayı ağzımı bıçak açmıyordu. Bir iki saatlik beklemeden sonra aramıza getirilen yeni mahkûmlarla birlikte bir grup asker arasında odadan çıkarıldık. Mahkeme binasının dışına çıkınca dışarıda bekleyen aileler, askerlerin arasında yürüyen mahkûmlara yöneldiler. Önde kadınlar vardı. Bizleri kelepçeli görünce yüksek sesle ağlamaya başladılar. Kadınların arasında gözlerim annemi arıyordu. Çaresizce bize doğru yürüdüğünü fark ettim. Ancak askerlerin ellerinde coplar, kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Yolda bekleyen cezaevi kamyonuna binerken gözlerim bir kez daha anneme takılmıştı. İdam edilmeyeceğimi ne pahasına olursa olsun duyurmalıydım. Aksi taktirde yüreği dayanamayacaktı. Onun duyacağı şekilde bağıra bağıra:

— Anne endişelenme… Beni idam etmeyecekler. Zindana götürüyorlar, diyebildim.

Annem ise elindeki mendille gözyaşlarını silmeye çalışırken, hareket eden zindan arabasının arkasından yavaşça elini sallıyordu…

 

ABDULLAH ŞAFAK

Diger Basliklar
   ZİNDANDAKİ ADAM
   AYRILIK!
   HIÇKIRIK!
   ERKEN ÖLÜR ANALAR!
   ZİNDANI SARAN ÖFKE!
   BİAT
   BULUŞMA
   YAŞLI GENERAL
   ARTIK HER ŞEY İÇİN ÇOK GEÇ...
   EY BİRADER
   AĞIR CEZA
   ÇOCUK
   HASRET
   35 CAN
   YENİ BİR GÜN DOĞUYOR
   DEĞİŞİM
   DOĞUM
   BASKIN
   İSYAN ATEŞİ
   BAYRAM SABAHI
İlan ve Mesajlar
 
 
 
Şehid Rehber
Şehidlerin Hayatı
Savunmalar
Manifesto


K. Dilinden Hizbullah


Anasayfa | Videolar | Arama | Siteyi Öner | Mobil | İletişim | Yukarı Git