| 
 Akşam 
yaşayacaklarını düşündükçe içinde anlaşılmaz sıkıntılara yol açan duygu 
fırtınalarından kopan dalgalar kalp atışlarını iyice arttırmıştı. Eşine 
söyleyeceği hiçbir mazeretinin kabul göremeyeceğini düşündükçe içindeki 
sıkıntılar daha fazla acı veriyordu. “Umarım ailesinden biri evdedir. Aksi 
taktirde işim çok zor” diyerek olacaklardan kurtulma ümitleri üzerine zihinsel 
hesaplar yapmaya başladı. 
 İhtiyatlı ve sakin adımlarla dış kapıdan içeri adımını attığında kurşun gibi 
atılan eşinin narasıyla karşılaşınca “Eyvah!” kelimesi iradesi dışında 
dudaklarından dökülüverdi. Önceden büyük bir ustalıkla hazırladığı anlaşılan 
koca kelimeleri ağır paletli tanklar gibi kocasının üzerine süren kadın boks 
ringinde nakavt eder gibi yargıcın derinden sarsılmasına yol açmıştı. Eşinin 
öfke fırtınasında olası birkaç sözün saldırganlaştırmaktan başka bir işe 
yarayamayacağını bildiğinden sessizliği tercih etti. Eşinin aşırı şiddetinden 
dolayı başka bir seçeneği de görünmüyordu. Bu ağır fırtınalı tufana karşılık en 
akıllıca davranış bir kenara çekilip tepkisizce ve sesizce oturmaktı. Aynısını 
yapıp sessizce bir kenara büzülüverdi. Hıncını boşaltan, öfke korosuna ellerinin 
eşlik etmesiyle hiddet dolu sivri kelimeleri keskin bıçaklar gibi dudaklarından 
boşaltan kadın, sonunda yorgunluğa boyun eğip ses tonunu farkedilir derecede 
düşürdü.
 
 Yargıç, büyük bir katliama iştirak eden ağır suçlular gibi hareket ediyordu. Ses 
tonunu düşürmesine rağmen Zübeyde Hanım’ın bağırmaları sona ermemişti:
 
 -Kuaföre gideceğimi söylemiştim. Oysa arabayı geç gönderdin. Yarım saat sonra 
geldi. Randevu almıştım. Yarım saat sonra gidip aptal aptal kuaförün yüzünü mü 
seyredecektim? Ne anlayışsız bir adamsın sen! Ne zaman beni anlayacaksın?
 
 Yığınca tecrübesi vardı. En küçük bir karşılık vermenin işi daha fazla yokuşa 
süreceğini bildiğinden sonuna kadar sessizliğini korudu.
 
 Akşam yemeğinden sonra öfkenin direnç kaybettiğine şahit olunca yağcılık 
rülleriyle eşinin etrafında dolaşmaya başladı. Yeni bir filmin vizyona girdiğini 
söyleyip, sinemaya gitme teklifinde bulundu. Günahkar birine bakar gibi 
gözlerini yargıca diken kadının dudaklarından “evet” kelimesi çıkmadı, ancak 
bakışları teklife ilgi duyduğunu gösteriyordu.
 
 Korkunç sahneleri olan bir Hollywood filmi gösterime girmişti. 11 Eylül 
sabahında Amerika’nın ikiz kulelerinden dumanlar yükseliyordu. Muhteşem 
kulelerdeki insanların çaresizce haykırışları, tükenmiş ümitleri ve boğucu duman 
bulutlarının arasından aşağıya atlaşıyları film karelerinde bir bir 
canlandırılıyordu! Bu korkunç karelerin faillerinin Müslümanlar olduğu dile 
getiriliyordu. Vahşilik ve barbarlıkla ilgili bütün fiiller harekete 
geçiriliyor, faail hanesine Müslümanlar yerleştiriliyordu. Sanki bütün 
savaşların, çılgınlıkların, kanların ve gözyaşlarının müsebbibi Müslümanlardı. 
Hatta tarihi gerçeklerden haberi olmayanlar bu korkunç filmi izleyince Hiroşima 
ve Nagazaki’yi atom bombasıyla yerle bir eden, İkinci Dünya Savaşında Avrupa’da 
36 milyon insanın ölümüne sebep olanların da Müslümanlar olduğu sanısına 
kapılacaktı.
 
 Yargıcın Müslümanlara karşı her zaman var olan kin ve nefreti bu filmle daha 
fazla bilenmişti. Onlardan biri olmadığından kendisini şanslı hissediyordu. 
Nüfus cüzdanında “İslam” kelimesinin varlığından duyduğu rahatsızlık bu filmle 
daha fazla belirginleşmişti. Bir yolunu bulup bunu oradan sildirse hiçbir sorunu 
kalmayacaktı.
 
 Filme rağmen yargıcın eşinin öfkesi tamamıyla kaybolmamıştı. Ancak filmin 
etkisinde kalışı yargıca daha fazla ters davranmasını önlemişti. Eşinin öfke 
fırtınasını duragan hale getirmeyi başardığı için kendisini şanslı hissediyordu.
 
 Ertesi sabah kahvaltıdan sonra işine gitmek için kapıya yönelince eşi;
 
 -Kuaförümden dün aldığım randevuyu senin yüzünden iptal ettim. Beni sosyetenin 
yanında küçük düşürdün. Bugün saat 10’da yeniden randevü aldım. Arabayı 
zamanında arabayı gönder. Sakın dünkü gibi olmasın!
 
 Eşinin keskin direktifleri karşısında bir an duraksayan yargıç, aradaki 
sıkıntıyı aşmak için bunun bir fırsat olduğunu düşünüp;
 
 -Merak etme! Araba, sürücüsüyle birlikte emrinde! Derhal gönderirim! deyip evden 
ayrıldı.
 
 Adliye binasının önünde arabadan inip sürücüye:
 
 -Yavuz Efendi! Eşimin saat 10’da kuafürde randevüsü var! Derhal evin önüne git. 
Zile bas ve geldiğini haber ver. Hazırlanınca kuafüre götürür, işi bitince de 
eve bırakır gelirsin! dedi.
 
 Yüzünde gülümseme dalgaları ard arda harekete geçen Yavuz;
 
 -Tamam efendim! Derhal gidiyorum! deyip ayrıldı.
 
 Henüz erken sayılırdı. Yaşadığı yoksul mahalleye arabayı çevirdi. Makam 
arabasıyla mahallede tur atmak ve kahvede dostlarıyla birer çay içmek için iyi 
bir fırsat olduğunu düşündü. Kahvenin bir kenarında yoğun bir sohbete koyuldu. 
Tatlı sohbet her şeyi unutturmuştu.
 
 Televizyonda saat başı haber sunumunda “10” sözünü duyunca ayağa kalktı. 
Yargıcın evine doğru arabayı gazladı. Saat 10:30’da eve ulaşmıştı. Zile bastığı 
gibi karşısında öfkeden gözleri koca bir çanağa dönmüş yargıcın eşini buldu. 
Derin bir korku hissine kapıldı. Öfkeli kadın, yüksek ve kuru ses tonuyla ağır 
ve sivri kelimeleri birer kurşun gibi Yavuz’un üzerine boşalttı:
 
 -Nerde kaldın ulan! Neden bu kadar geciktin? Defol git! O yargıç denen adama 
söyle bir daha bu eve ayak basmasın!
 
 Yavuz şok olmuştu! Bin bir zorluklarla elde ettiği işinden kovulacağı 
düşüncesine kapılınca işsizlik günlerinin sıkıntısı film şeridi gibi gözlerinin 
önünden geçiverdi. Yargıca ne diyeceğini bilmiyordu. Arabayı sakin bir yere 
götürüp arkasından vurduğu birkaç taş darbesiyle kaza süsü vermeye çalıştı. 
İşini bitirmek üzereyken yargıç aradı:
 
 -Neredesin ulan! Her şeyi perişan ettin! Neden zamanında eve gitmedin? Seni 
defalarca uyarmadım mı?
 
 Kekelemeye başlayan Yavuz;
 
 -E e ef ef eff efffendim araba kaza yaptı! Onun için geciktim!
 
 -Arabanın da senin de canın cehenneme! Acele buraya gel! Hayatımı mahfettin! 
Alçak yaratık!
 
 Dünkü problemi tamamıyla atlatamayan yargıç daha ağırıyla karşılaşınca şaşkına 
dönmüştü. Sıkıntıdan dizleri titriyordu. Evine nasıl gideceğini, eşine nasıl 
karşılık vereceğini düşünmek bile istemiyordu. Şaşkındı ve ne yapacağını 
bilmiyordu. Kafasını iki elinin arasına alıp yaşayacaklarını düşünürken kapısını 
çalan mahkeme heyetinden biri, oturumun başladığını haber verdi.
 
 On iki yıldır devam eden bir mahkemeydi bu. Yargıcın nefret ve kin beslediği 
Hizbullahçıların mahkemesiydi. Netice için henüz birkaç celeseye ihtiyaç vardı. 
Ancak mahkeme başkanlığını yapan yargıcın bozuk psikolojisiyle oturum düzenlemek 
mümkün görünmüyordu. Yine de mahkeme heyeti, yargıcın başkanlığında oturumu 
açtı.
 
 Kendinde olmayan, iradesinin dışında hareket eden mahkeme başkanı yargıç;
 
 -Dinciler çok tehlikeli insanlar! Amerika’daki ikiz kuleleri yerle bir ettiler. 
Bu dosyadakilerin tümüne idam verip iplerini çekmeliyiz.
 
 Bu dosyada yargılananların çoğunun suçsuzluğunu büyük ölçüde ortaya koyan 
oturumlara rağmen, yargıcın beklenmeyen çıkışı şaşkınlığa yol açmıştı. Mahkeme 
heyetinden biri söz alıp;
 
 -Efendim! Sanırım şaka yapıyorsunuz. İdam kaldırılalı epey oldu. Ayrıca bunların 
içinde en küçük bir suça bulaşmamış insanlar var, dedi.
 
 Dosyayı önüne alıp bir müddet inceleyen yargıcın ellerindeki titremeler kimsenin 
gözden kaçmamıştı. Uyumsuz ve kötü huylu olduğundan hiç kimse anormal titremenin 
ve yüzünde garip dalgalanmalara yol açan derin sıkıntının sebebini soramıyordu. 
Kısa bir incelemeden sonra, parmaklarıyla sayıp;
 
 -Şartlı tahliyeden yararlanmış sekiz kişiye ağır bir ceza verelim. Öyle herkese 
ibret olacak cinsten bir ceza olmalı. Örneğin bunlara ağırlaştırılmaş müebbet ve 
ölüme kadar da zindanda kalma cezası verebiliriz.
 
 Mahkeme heyetinden bazıları bu insafsızca isteği itiraz ettiler:
 
 -Efendim bunların hiç biri böyle bir cezayı hak etmedi. Bu adaletsiz bir karar 
olur!
 
 -Hangi adalet! Dinciler için adaletten mi bahsediyorsunuz? Bunların hepsi 
potansiyel tehlikeli insanlar! Dışarı çıksalar çok daha büyük suçlar 
işleyebilirler. Ağır cezayla bütün bunların önünü alabiliriz.
 
 Mahkeme heyetinden biri itiraz edip:
 
 -Efendim bunlardan bazıları hayatlarında tavuk bile kesmemiş. Hepsine aynı ceza 
reva mı? Sözü karşısında yargıç:
 
 -İdam bile az sayılır! İdam kalkmasaydı bunların idamını imzalayacaktım. Dediğim 
gibi en ağır cezaları verin! Dincileri durdurmanın tek yolu ağır cezalardır.
 
 Bunun üzerine kanunları evirip çeviren mahkeme heyeti işlenmeyen suçları 
işlenmiş göstererek Müslüman gençlerin bir kısmına ağırlaştırılmış müebbet ve 
ölüme kadar zindanda kalma cezası verip hukuk yoluyla fahiş bir zulüm daha 
işleyip tarihte bir ilke daha imza attı.
 
 Abdullah ŞAFAK
 |