“Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O  halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” (Cin Suresi  18. ayet) 
 “Allah’ın mescidlerinde O’nun anılmasına  engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır...”  (Bakara Suresi 114. ayet) 
İslam, mabet ve ibadethanelere özel bir  önem vermektedir. Rasulullah (sav)’ın siretine baktığımızda mescidi, sosyal  yaşam ve devlet idaresinin merkezine yerleştirdiğini görmekteyiz. Ondan sonra  Hulefa-i Raşidin döneminde de aynı yolun takip edildiğini görmekteyiz. Bunun çok  farklı ve önemli hikmetleri olmakla beraber en önemlisi; sosyal yaşam ve devlet  idaresinin maneviyat atmosferi, ibadet anlayışı ve yüce Allah’ın murakebesi  altında olmasını sağlamaktır.  
İslam, bu anlayışla mescidlere büyük bir  misyon yüklerken diğer dinlere ait mabedlere de ihtiramı gerekli görmüştür. Bu  nedenle Resulullah (sav) ordu ve seriyeler gönderirken onlara; kilise ve  havralara dokunmamalarını, bu mabedlerde kendini ibadete vermiş ruhbanlara  karışmamaları yönünde talimat vermiştir. İslam sürekli vasat yolu ve adaleti  tavsiye etmektedir.  
Bakın vasat ve adalet dairesinin dışına  kayanların tavır ve anlayışları nasıl olmuştur: 
Aile ve kabile taassubuna sahip Emeviler  ve Abbasiler kendi asabiyetleri uğruna peygamber ailesini katletmekten ve onlara  her türlü zulmü reva görmekten geri durmadılar. Müslüman olduklarını iddia  ettikleri halde Allah’ın evi Ka’be’ye saldırmaktan ve onu mancınıklarla taşa  tutmaktan çekinmediler.  
Mezhep ve meşrep taassubuna sahip olup  bu hususta ifrata kaçanlar Rableri bir, Peygamberleri bir, Kitapları bir ve  Kıbleleri bir olduğu halde bir füruat olan mezhep veya meşreplerine mensup  olmayan kardeşlerini toplu halde katletmekten ve mescidlerine saldırıp tahrip  etmekten, onları içindekilerle beraber havaya uçurmaktan çekinmemektedirler.  
Milliyetçilik ve ırkçılık adına hareket  ederek kurtuluşu bu eksende mücadele vermekte görenler; kendi milliyet ve  ırklarından olmalarına rağmen kendi anlayış ve ideolojilerini taşımayanları  katletmekte ve onlara her türlü zulmü reva görmekten çekinmemektedirler. Halbuki  katlettikleri ve zulmettikleri insanlar kendi milliyet ve ırklarındandır! Susa  cami katliamı buna en bariz bir örnektir. 
Allah’ın mescidlerine saldırmak zulmün  tıynetidir. Laik-Kemalist rejimin ilk icraatı Allah’ın mescitlerine saldırmak  oldu. Ezanı değiştirip, Kur’an’ı yasakladı, İslami ilimlerin tedrisatını men  edip cami ve medreselerin kapılarına kilit vurdu. Bununla yetinmeyip camileri  atlar için ahıra çevirdi. Tekke ve zaviyeleri kapatıp İslami libası yasaklayarak  yerine batı tarzı giyimi getirdi. Müslüman halk bütün bu zulüm ve baskılara  karşı elinden geldiği kadar direnip mücadele etti. Sonra Allah’ı inkar esasına  dayalı materyalist ve komünist fikirler halkı kasıp kavurmaya başladı. Din ve  dindarlar alay ve eğlence konusu pozisyonuna düşürüldü. Bu saldırılar daha çok  Kürdistan üzerinde yoğunlaşıyordu. Cami ve mescidlerde, birkaç yaşlının  içerisinde bir gencin namaz kıldığı artık ender rastlanır bir duruma gelinmişti.  
Böylesi bir ortamda Hizbullahi bir  hareket vücuda geldi ve camileri ihya etmeye, fikri ve ideolojik olarak İslam’ın  en yüce nizam olduğunu haykırmaya, dini tedrisata yeni bir ruh kazandırmaya ve  halka gerçek kurtuluş yolunun İslam’da olduğunu göstermeye çalıştı. Camilerde  artık Kur’an ve İslami ilimlerin dersi veriliyordu. Cami ve mescidlere taze bir  ruh ve taze bir kan gelmişti. Artık yaşlıların arasında bir gence rastlamak  yerine cami içerisinde gençler arsında birkaç yaşlıya rastlanır hale gelinmişti.  
Kürdistan’ın yeniden İslam ve Kur’an ile  ihya olmasına tahammül edemeyen mülhidler harekete geçerek cami ve cami ehline  saldırmaya başladılar. Camilerde Kur’an dersinin verilmesine, Ramazan aylarında  teravih namazlarından sonra Peygamber (sav)’in kurtuluşu gösteren hayat ve  metodunun okunmasına ve böylece gençliğin İslam ile kucaklaşmasına izin  vermeyeceklerini söyleyerek saldırmaya ve bu taze ruhu yok etmeye çalıştılar.  Cami imamlarına yönelerek Kürdistan’ın güzide alimlerini katletmeye başladılar.  
Bununla yetinmeyen mülhidler, 1992  tarihinde 25  Haziranı 26 Hazirana bağlayan gecede Farqin (Silvan)’in Susa (Yol  aç) köyünde İslam ve Kuran hizmeti veren muvahhid Müslümanları hedef seçtiler.  Kemalist rejim askerlerinin kıyafetlerini giyerek Susa köyüne saldırdılar. Cuma  akşamı camide yatsı namazını müteakip siyer dersi yapan Müslümanları cami  avlusunda toplayarak onları yaylım ateşine tuttular. Saldırı sonunda on Müslüman  şehid olmuş ve dördü de yaralanmıştı. Kürd halkının hakları(!) için mücadele  ettiklerini söyleyenler bu mübarek gecede Kemalist rejim askerleri kılığında on  Müslüman Kürd’ü şehid etmişti.  
Tarih, nasıl Emevilerin komutanı  Haccac’ın Ka’beye saldırısını, laik-kemalistlerin camileri at ahırına  çevirdiklerini, mezhep ve meşrep taassubuyla camileri içindekilerle beraber  havaya uçuran müfritleri lanetle anılır bir şekilde kaydetmişse, Susa cami  katliamını gerçekleştiren mülhidleri de lanetle kaydedecektir. O katliamda şehid  düşen: M.Hüseyin Çetinkaya (32), M.Said Fidancı (30), kardeşleri Meki (21),  Medeni (19), M. Zeki (15), Hc. Ahmet Kantar (40) ve oğlu14 yaşındaki M. Emin,  Ali Uslu (28), Adnan Kantar (19) ve Molla A.Haluk Oğuz (21) ve onlar gibi  yüzlerce şehid’in kanlarıyla halkımız, üzerine kabus gibi çöken zalim ve  mülhidlerin gerçek yüzlerini tanıdı, onların tuzaklarını boşa çıkardı ve yeniden  ecdadımız Selahaddin’in şanlı mücadelesine kuşandı.  
Rabbimiz! Tüm İslam şehidlerini  rahmetinle sevindir, davalarını zaferle taçlandır ve bizleri de yolları üzere  sabit kadem kıl ve şefaatlerinden mahrum bırakma!  
Selam ve dua ile  
  
M. ZEKİ GÜNEY   |