İnsanın  ne kadar efendisi olursa insan o kadar kez daha fazla mutsuz olur. 
  La Boêtie
      Bu yazıda size Kürdlerin boynuna takılmış madalyonun iki  yüzünden kesitler vereceğiz ve bir karşılaştırma yapacağız.
  Amaralı Abdullah’ın bir tarihte M.Ali Birand ile yaptığı bir röportajda  Ankara’ya ilk gidişini ve Ulus meydanında M.Kemal heykeline nasıl hayranlıkla  baktığını “derin derin” anlatır. Ama aynı Abdullah aslında kâğıt üzerinde  Kemalizm düşmanıdır. Peki bu Kemal düşmanı nasıl olurda Ulus heykeline hayranlık  duyar?
 
 
  Yıllardır yazılan ve Türk-medya manşetlerinden düşmeyen Abdullah’ı ilk  yakalandığı zamanki görüntüleri onu en iyi anlatan görüntülerdir. Uçakta bir  buçuk saatlik bir kayıt olduğunu herkes biliyor ama nedense bir kaç dakikalık  bir görüntü satılmıştır piyasaya. Gerisi hala el altında tutulmaktadır.
 
 
  Sınırı aşıp Arap ellerine konaklayınca da Saddam ile Esad’a hayranlığını  gizlememiştir. 
 
 
  Saddam ile dostluğu bildiklerimizden daha derindir. Bir kaç kamp ve pek çok  silah hediye aldığını biliyoruz. Mahmur kampı hala yerinde duruyor. İmralı’da  Av-Gör sırasında Saddam’ın yakalanması ile ilgili yorumunda „Mektup yazdım ama  beni dinlemedi, dinleseydi başına bunlar gelmezdi“ dediğini de hatırlıyoruz.
 
 
  Elinde silah, başında fötr şapka ile otuz iki dişi görünen Saddam’ın  televizyondaki görüntülerini hatırlayın. Alanda yırtınan kalabalık:
 
 
  „Bi dem
  Bi rih
  Niweyk ya Saddam!“
 
 
  Diye bağırdıkça mutlu oluyordu.
 
 
  Suriye’nin Hafız Esad’ı ise konulan adıyla baştan aşağıya „korsan“ dır.  Vatandaşın yarısı El-Muhabharat’ın adamlarıdır. Bütün geçim kaynağı da  Ortadoğu’nun gayrı-meşru ilişkilerindendir.
 
 
  Her yere heykel diken, her yere poster asan Esad da meydanda:
 
 
  „Bi dem
  Bi rih
  Niweyk ya Esad!“
 
 
  Diye bağırtırdı.
 
 
  İkisinin de başında Kürd belası varken Öcalan ile dostluklarının altında neler  yatardı acaba? Sorulduğu zaman cevap hazırdı. „faydalanıyoruz heval.“ Aynı  Abdullah’ın „Düşünün MİT’e bir Kürd partisi kurdurmuşum. Onlar beni  kullanacağına ben onları kullanmışım.“ dediğini biliyoruz.
 
 
  Böylece ne kadar akıllı ve ne kadar dehşetengiz bir kişilik olduğunu  anlatmıştır. Aynı Öcalan, tıpkı Saddam ve Esad gibi meydandaki kalabalığın  kendisini şak şak alkışlamasından zevk alırdı.
 
 
  „Bi xwîn
  Bi can
  Bi te re ne ey Serok!“
 
 
  Aslında Öcalan’ın ne kendi iradesi olabilmiştir ve ne de kendine özgünlüğü. Hep  başkasının kötü bir kopyası, hep bir başkasının kötü bir taklitçisi olmuştur.  Bir gün söylediğinin üç gün sonra başka bir şeye dönüştüğünü rahatlıkla  görebiliriz.
 
 
  Geçenlerde Öcalan’a hitaben Taraf Gazetesi imzasıyla eski iki polis muhabiri bir  yazı yazdılar. Yazıda Öcalan Hasan Sabbah’a, Kandil de Alamut Kalesine  benzetilmişti. Yazı Hasan Sabbah ve Alamut’u tam bir Yeşilçam filmi gibi  karikatürize edildiğini söyleyeyim. 
 
 
  Doğrusu ilk bakışta benzerlik sanılır ama incelendiğinde durumun pek de öyle  olmadığını anlarız. Epey uzun süre onun yakından kalmış/ tanmış olan bu  satırların yazarı olarak şu farkları koyabilirim.
 
 
  Hasan Sabbah bir matematikçi, ekonomist, kendi ideallerinin adamıydı. Fedaileri  haksız yere bir karınca bile incitmedi. Hançeri hedefini bulan biriydi.  Kuralları çiğnedi diye iki oğlunun canını aldı. Hasan Sabbah hep adaletle ve  kuralla anılır. Bu yönleriyle Öcalan ile karşılaştırmak mümkün değil.
 
 
  Öcalan yakalandığı zaman ilk söylediklerinden biri „keşke bir Türk şehrinde  doğsaydım.“ olmuştur. Bundan kendi kimliğiyle ve kişiliğiyle sorunu olduğunu  anlıyoruz. Anam otoriter, babam pısırık gibi söylemlerle küçük yaşalardan  itibaren birilerinden intikam alma veya birilerine kendini ispatlama çabası  vardır. 
 
 
  Madalyonun iki yüzünü anlatırken Velioğlu ile onu kıyaslamak doğru değil.  Kıyaslamak yerine farklarını söylemek daha iyi olur. Ama adaletin terazisine  vurduğumuzda Velioğlu’nun çok daha net ve saf davasının adamı olduğunu anlarız.
 
 
 
  Evlendi.
 
 
  Hiç bir üyesine de evliliği yasaklamadı.
 
 
  Yedi çocuk sahibi oldu. Baba duygusu taşıyacak ve bir aile sahibi olacak kadar  hayatı ve insanı sevdi. Ben aile sorumluluğu duymanın bir ülkeyi kurtarmanın  temel nişanesi olarak görürüm. Onun sertliğini ve Hızbullah’ın katılığını başka  yerlerde aramak gerekir. 
 
 
  Günlük hayatı en sıradan bir Hızbullah üyesinin aynıydı. Kendine, çevresine ve  akrabalarına imkan ve olanak yaratmadı.
 
 
  Lüksü sevmez ve lüksü yapanları affetmezdi. Genellikle insanları bu israftan  uzak tutmak isterdi. Kürdçe diline hakimdi ve bundan başka Türkçe kadar Farsça  bilirdi. Arapça’yı gramer olarak bilirdi.
 
 
  Biz Türk kardeşlerimize –eğer isterlerse- yardım ederiz ama içimize onları  almayız, anlayışındaydı. Kısaca hiç kimsenin kopyası veya taklitçisi olmadı
 
 
  Bu ara geçişten sonra da MADALYONUN İKİNCİ YÜZÜ
  HEBİZBİNLİ HÜSEYİN VELİOĞLU geçeceğiz. Siz şu anda bu ara taksimi de rahatça bir  okuyun.
 
 
  Selam ve devamla Şükrü Gülmüş / Nasname sitesinten Alıntıdır.
     |